Bienvenue, yazıma başlarken beni bu noktaya getiren internet alemine, ve tüm dostlarıma teşekkür etmek istiyorum. Yoksa rezil rezalet yaşamıma devam ederdim. Şimdi izninizle, kendi sebeplerimle, kendi zevk noktalarımla, hatalı bulunabilecek bakış açılarımla, belki de toyluğumla, sizinle 5 müzikal paylaşacağım. Bazıları müzikal camiasında evrensel bir şekilde başarılı bulunurken, bazıları sadece ve sadece benim tarafımdan seviliyor olabilir. Bu bir ikna yazısıdır, yani aslında tamamını okuyacak sabrı gösterirseniz, yazı bittiğinde, acaba haklı mı, izlesem/dinlesem mi diye düşünmenizi istediğim müzikaller bunlar aslında. Halihazırda bildiğiniz, sevdiğiniz müzikalleri de açıkçası benim bakış açımdan okumanızı da isterim, belli olmaz, öğrenmenin yaşı olmaz değil mi? İlk sıradaki müzikal favorim, ama gerisini gelişine sıraladım, iyi okumalar.
A New Brain
La Cage Aux Folles
Hamilton: An American Musical
In The Heights
Monthy Phyton’s Spamalot
A NEW BRAIN
A New Brain, benim için yeri değişmez bir müzikal, buna en önemli sebep otobiyografik oluşu. Bir insanın hayatından bir kesiti kitap halinde anlatması, hatta tiyatroya, filme dökmesi gayet olağan, ama bunu şarkılara dökmek, gerçekten takdire şayan.
A New Brain, eşcinsel bir jingle yazarı olan William Finn’in, beyin kanaması geçirdikten sonra iyileşip hastaneden çıkınca yazdığı bir müzikal. Hikâyede Gordon Schwinn, hayatından, babasının evi terk etmiş olmasından, erkek arkadaşından, işinden memnun olmayan birisi iken, beyninde aniden ortaya çıkan sıkıntı yüzünden hayatı alt üst oluyor, ve hikâyenin kopma noktasında gerçekten işler tam tersine dönüyor.
Müzikal kültüründe reprise denen şey doğaldır, aynı melodi, aynı his, aynı şarkı olabilir. Buradaysa, ilk şarkının sonda, ikinci şarkının sonda ikincide yeniden olması işleri daha da muazzam kılıyor. Çünkü hikâyenin başında Gordon’ın hayattan beklentilerini, o aptal bahar şarkısını yazmak için harcadığı çabayı görürken, sonunda beklentilerinin ne kadar karşılandığını, ne kadar değiştiğini ve de değişmediğini, ve en sonunda o aptal bahar şarkısını dinliyoruz.
Benim hoşuma giden bir diğer kısım da hikâye Gordon’ın hikâyesi olsa da, birçok başka karakter de var, ve bir bakıma bu karakterler yan roller olsa da her birinin bu hastalık sürecinde kendileriyle ve birbirleriyle olan etkileşimlerini ayrıntılı bir şekilde inceleyebiliyoruz.
Genel anlamda izleyemeseniz bile dinlemeye değer, ‘Sitting Becalmed in the Lee of Cuttyhunk’ yada ‘Gordo’s Law of Genetics’, ‘I Feel So Much Spring’ gibi efsane şarkıları da önermeden geçemiyorum.
LA CAGE AUX FOLLES
La Cage Aux Folles, ya da İngilizce adıyla The Birdcage, aslında gayet standart konusu olan bir müzikaldir. Oğlan evleneceği kızın ailesini ailesiyle tanıştırmak ister, ancak işler karışır. Eminim tanıdık gelmiştir.
Bizim oğlanın babası ünlü drag queen revüsü olan La Cage aux Folles’un sahibi ve sunucusu. Diğer babasıysa dünyaca ünlü drag queen Zaza, hikâyeyi karıştıran da bu zaten, kızın ailesine bu durum nasıl açıklanabilir? Zaza kendini oğlanın halası olarak tanıtırsa tabii ki.
1983’de yılında Harvey Fierstein ve Jerry Herman tarafından yazılmış La Cage, tam da aslında zaman makinem olsa Broadway’i tecrübe etmek isteyeceğim zamanların yaratıcı faktörlerinden. Hairspray’in renkli ve homonormatif konuları hala etraftayken, Broadway gibi bir ortamın elit, zengin hetero insanlar tarafından domine edilen müzikal sektörürünün gaylerin eline geçtiği zamanlar.
Bu müzikal, müzik ilk başladığı andan itibaren eşcinseliz, kuiriz ve bizim normalimiz bu diyen havasını yüzünüze çarpıyor. Yine repriselerle ilgili hoşuma giden durum, aynı şarkının hem Zaza’nın kocasına olan aşkı, hem oğulları Jean-Mitchell’in nişanlısı Anne’e olan aşkını anlatabiliyor olması.
Sanırım beni etkileme sebeplerinden biri de önce The Birdcage filmini izlemiş olmam, Nathan Lane’i Albert Goldman, yani Zaza olarak görüp oyunculuğuna ve karakter derinliğine hayran kalmış olmam. Yani tahminen gay müzikaller hep aynı diye düşünürsünüz, ama önyargıyı kırmak önemli bence, komik, duygusal ve önemli konuları olan bir müzikali gay olmadığını bilseniz tahminen daha ciddiye alırdınız, bu da mantıksız kısmı zaten işin.
Neyse, ‘I Am What I Am’, gerçekten 80’lerin, hatta günümüzün en önemli kişisel güç mantra şarkılarından biridir, tabii ki ‘Masculinity’ ve ‘La Cage aux Folles (reprise)’ gibi efsane şarkılarını da dinlemenizi öneririm.
HAMILTON: AN AMERICAN MUSICAL
Hamilton: An American Musical, 2015 yılında hızla etrafı kasıp kavurmaya gelmiş bir prodüksiyon. Açıkçası neden kasıp kavurduğunu ilk 3-4 şarkıyı sadece dinleyerek bile anlayabilirsiniz. Ama dışarıdan bakınca Amerika’nın kuruluşuyla alakalı, ağır politika ve yasak ilişkiler üzerine kurulu bir müzikal.
Absürd olan şey müzik türü: rap ve hip-hop.Ben de ilk gördüğümde güzel olamaz, değildir demiştim. Ilk Amerikan anayasası üzerine yapılan tartışmaların gazlayan seyirciler eşliğinde bir rap atışması olduğunu hayal edin mesela, emin olun her saniyesiyle muazzam bir dinleti.
Bootlegler sayesinde izleme şansım da olmuştu (yasadışı yöntemleri tabii ki tasvip etmiyorum), kostüm, ışık, koreografi, her şeyiyle hayran kaldım. 30 yıldan fazla bir süreci kapsıyor Hamilton, içinde savaşlar, romantizm, ihtiras, çekişmeler, doğum, ölüm, kısaca her şey mevcut. Konu elbette ağır, Hamilton’ın Amerika’ya neden ve nasıl geldiğiyle başlayıp, nasıl öldüğüyle de bitiyor ama, çok doğru yerlerde minik espriler veya enerjilerle genel manada iç sıkmayan, keyifli bir müzikal olmuş. En keyifli kısmıysa en hızlı, en zor rap kısımlarını ezberleyip arkadaşlarınızla beraber söyleme (söylemeye çalışma) seansları.
Bir de Hamilton’ı Hamilton yapan ayrıntılardan biri, Lin-Manuel’in bir bakıma pozitif ırkçılığı, yani köle tacirliğini savunan Jefferson’ı siyahi birine oynatması veya Latin George Washington veya 3 Schuyler kardeşinin 3 farklı ırktan olması gibi. Bu, tamamen bilinçli bir şekilde hikâye anlatmanın hikâye anlatanlardan bağımsız bir iş olduğunu kanıtlama çabası, bence amacına da ulaşmış.
Bu kısımda yine şarkı önermek istedim ama liste çok uzamadan ne yapsam bilemiyorum. “Guns and Ships”, “Satisfied”, “Say No To This” ve “Non-Stop” olmazsa olmazlarım.
IN THE HEIGHTS
In the Heights, Lin Manuel Miranda’nın Hamilton’dan önceki tanıtım müzikali. Üstteki paragrafın devamı olacak ama, Lin Manuel bir röportajında Broadway’e geldiğinde kendisinin ırk manasında oynayabileceği tek rolün La Mancha olduğunu, o rolünde vokalini beceremediği için kendisine kendisini anlatan yeni bir müzikal yazdığını anlatıyor. Yani In the Heights Broadway’de Amerikan-Dominik kültürünün yansıtılması için önemli bir müzikal. İçeriği de aynen bu,
Harlem’in aşağısında küçük bir Latin mahallesi olan Washington Heights’ta herkesin birbirini tanıdığı küçük komünitenin bir piyango sonucu alt üst olan dengelerini anlatıyor.
Eğer öykü seviyorsanız, özellikle durum öyküsü seviyorsanız, sadece 2 günü anlatan bu müzikalin hayaller ve gerçek dünyayı bu kadar doğal harmanlayışına hayran kalırsınız. Müzikal içinde kendini yetersiz hissetme, daha fazlasını isteme, aza razı olma, özlem, aşk, gurur ve ev gibi önemli temalar barındırıyor, açıkçası ben her dinlediğimde In The Heights’ta başka bir yerinden kendimi buluyorum.
Benim ilgimi çeken yine buradaki müzik türü olmuştu, Latin ve hip-hop temaları ve insanın içine işleyen korolarıyla ilk dinlemede içine girebilmiştim bu müzikalin. “Breathe”, “The Club–Blackout”, “When You’re Home” ve en önemlisi “Finale” kesinlikle önermeden geçemeyeceğim şarkılar.
MONTHY PHYTON’S SPAMALOT
Monthy Phyton’s Spamalot, anlatmakla bitemeyecek bir müzikal. İngiliz olmak üzerine bir müzikal, kral olmak üzerine bir müzikal, hayat amacını bulmak üzerine bir müzikal, ölmek ve öldürmek üzerine bir müzikal, Yahudi olmamak üzerine bir müzikal...
Monty Python and the Holy Grail isimli 1975 yapımı filmden uyarlanan müzikal, İngiliz komedisi denen türün önemli örneklerinden. Bir göl perisi tarafından hediye edilen Excalibur kılıcıyla Kral olan Arthur, Yuvarlak Masası’na oturacak şövalyeler arıyor ve Sir Not Appearing In This Show hariç kurduğu takımıyla maceralara atılıyor, en sonda da müzikalin deyimiyle bir Broadway müzikalini bitirmek için bir evlilik gerektiğinden, mutlu çiftler görkemli bir düğünle evleniyor.
Müzikalin meta müzikal esprileri mi, dördüncü duvarları mı, kolu bacağı, kafası kopan insanları mı, sırf başka müzikallere laf sokmak için yapılmış sahneleri mi, ne ararsanız var. İngiliz komedisi deyince o kaba, ironik esprileri kastediyorum, Tanrı’nın eteğinin altındakiler, ya da İngiltere’nin krallıkla değil otonomik bir komünle yönetilmesi, yada İngiltere’nin temporal iklimi sebebiyle yaverlerin at nalı yerine kullandığı hindistancevizlerinin en iyi ihtimalle Afrika kırlangıçlarıyla oraya gelmiş olabileceği, ama aslında Afrika kırlangıçlarının da Mısır’dan yukarı çıkmadığı için bunun imkansız olduğu gibi zorlu, saçma ve bi o kadar komik espriler ve anektodlar var.
Rengarenk ve hareketli sahneleri, muazzam koreografileri ve enerjik müzikleriyle keyfi hiç bitmeyecek bir deneyim.
‘’I’m All Alone’’, ‘’Song That Goes Like This’’, ‘’You Won’t Succeed on Broadway " ve ‘’His Name is Lancelot’’ Spamalot’ın önemli şarkıları.
Yukarıdaki liste ve incelemelerim tamamen benim kişisel görüşlerim, ben bu yazıyı yazarken yanımda oturan kişi bile çoğuna katılmıyor mesela, ama biraz olsun fikir sahibi olduysanız ne mutlu. Iyi müzikaller!
Cubab
Comentários