Hayatı anlatan filmlerde birden bire müzikli sahnelerin boy göstermesi, herkesin dans edip şarkı söylemesi, çoğu insanın pek de alışkın olduğu şeyler değil. Hatta bazen oyuncuların durduk yere şarkı söylemeye başlamaları ve sanki biz de normalde hep böyle anlaşırmışız gibi davranmaları komik bile gelebilir. Ama eminim ki en sevdiği şarkıyı dinlerken herkes “hayatımın arka planında şu şarkı çalsa” tarzı düşüncelere kapılmıştır. Arabanın arka koltuğunda yolu seyrederken dinlediğimiz şarkılara uygun hikayeler uydurduğumuz da olmuştur elbette. O halde son zamanlarda en çok izlenen ve şarkıları en çok dinlenen film La La Land’ın niçin bu kadar popüler olduğunu anlamak da çok zor olmamalı. Ama 14 Oscar’a aday bu müzikalin ödülleri kapmayı hak ettiğini düşünenler ve tam aksine “Biraz abartılmadı mı?” diyenler için, işte bu filmi bu kadar etkileyici yapan unsurlar.
Başrollerini Ryan Gosling ve Emma Stone’un paylaştığı filmde göze çarpan ilk şey elbette ki senaryo. Çünkü iki insanın ilişkisini, kavgalarını ve de birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini anlatmanın binlerce yolu var. Ancak bunu sadece sözlere değil de bir de müziğe dökmek aslında oldukça yaratıcı. Müzikal kültürü ülkemizde çok gelişmiş bir kültür değil, ancak bu filmin buna rağmen farklı kesimlerden pek çok insana hitap edebilmesinin nedeni, aslında bilinen bir hikayeyi süsleyerek önümüze koyması. Mia ve Sebastian’ın ilişkisini anlatan film tabi ki de yalnızca basit bir aşk hikayesi değil; aslında onu bu kadar etkileyici kılan da aşkı bulmaktan daha zor şeylere değinmesi. Bunlar elbette ki “hayaller”. Filmde hikaye iki kahramanımızın hayallerine ulaşmaları üzerinden işleniyor. Mia, oyuncu olmak isterken Sebastian’ın hayali belki unutulmaya yüz tutan jazz türünü tekrar hatırlatmak ve onu yaşatmak. Film, izleyicisine belki bir zamanlar onun da kurduğu hayalleri hatırlatma, bunları ona gösterme yetisine sahip. Kısacası karakterlerin geleceklerini kurmaya çalışırken çektikleri zorluklar, belki benzer hayallerin imkansızlığına inanıp onlardan vazgeçen seyirciler için bazen güzel anıları bazen de küçük kalp kırıklıklarını yeniden canlandırıyor. Belki benim gibi seyircilerin gözünü dolduran bir başka nokta da, her zaman her şeyin istediğimiz gibi gitmeyeceği gerçeğini ve hayatta da bazen hayallerimiz uğruna başka düşlerimizi feda ettiğimizi bize göstermesi.
La La Land’in etkileyici anlatımı elbette görsel bir şölen olmasına da sebep olmuş. Anne babalarımızın izlerken “ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum” dediği çoğu noktada filmin başka filmlerden bazı fikirler çaldığını ileri sürenler bile olmuş. Ancak aslında yönetmenin amaçladığı şey küçük göndermeler yapmak. Çünkü tanınan ve sevilen başka müzikallerden, filmlerden en bilinen sahnelere atıfta bulunmuş. Eski filmlerden bazı sahneleri daha canlı renklerle ve tabi ki başka oyuncularla seyircilere hatırlatmayı amaçlamış. Aşka dair bazı klişeleri de içine koymuş. Aslında bu filmi daha farklı kılan şeylerden çünkü tüm bu klişelere ve de bilindik sahnelere yer verdikten sonra film tamamen başka bir yöne ilerliyor ve aslında çok da tahmin etmeyeceğimiz bir biçimde sona eriyor. Her aşkın biraz birbirine benzediğini ama aslında bir o kadar da farklı olduklarını gösteriyor. Kısacası klişelerle başlayan film, en sonunda kendi yolunu çiziyor.
Elbette filmin müziklerinden bahsetmemek büyük bir eksiklik olur. Neredeyse tüm seyirciler eve döndüklerinde City of Stars’ı bir iki kez dinlemişlerdir. Ancak diğer parçaların da bundan eksik kalır yanı yok. Normalde müzikallerde parçaların daha çok söz içerdiği bir gerçektir ve hikayenin anlatılması bu parçalar sayesinde gerçekleşir. Ancak La La Land, seyirciyi belki de alışkın olmadığı jazz türüne bağlamayı da amaç edinmiş gibi. Filmde Sebastian’ın Mia’ya jazzı sevdirmesiyle seyircinin bu müzik türüne ısınması eş zamanlı gerçekleşiyor neredeyse. Aslında bunun nedeni de, bu türe dair bilgilerin bize ana karakterler tarafından anlatılması ve hepimizin farkında olduğu belli gerçeklere parmak basılması: müziğin giderek bilgisayarda yapılan bir şey haline gelmesi gerçeği gibi. Bu nedenle aslında film, canlı müziği seven ancak bir türlü dinleme fırsatı olmayan, elektronik müzik ve bilgisayarda yaratılan melodilerden sıkılanlar için çok hoş bir deneyim olabilir. Zaten şarkılarını dinlemeye başladıktan sonra başka bir şey dinlemek uzun bir süre mümkün olmuyor...
Bir de çok abartılı olduğuna inanılan 14 Oscar adaylığı bu filmi uzunca bir süre gündemde tuttu. Ancak aslında tüm bu bilgilerin ışığında, filmin orijinalliğinden dolayı 14 Oscar’ı garipsemek çok da doğru olmayabilir. Bunun yanı sıra oyuncuların ne kadar çalıştığını tahmin etmek de var olan tüm Oscarları onlara verme arzusu doğurabilir bazı seyircilerde. Ryan Gosling’in sadece birkaç ay içinde bir jazz piyanisti haline gelebilmesi elbette bunun ardındaki yorucu çalışmaları da az çok bize düşündürtebilir. Ayrıca dans koreografileri için ne kadar çalıştıklarını da tahmin edebiliriz. Elbette her film pek çok zorluk içerir ancak dans ederken şarkı söylemek ve bir yandan da seyirciye
3 duyguyu aktarmak oldukça farklı. Bu nedenle film belki kimilerine göre bu kadar abartılacak bir film olmasa da dansları, şarkıları ve özellikle son sahnesiyle etkileyiciliği inkar edilemez.
Müzikalleri sevenler de sevmeyenler de La La Land’i izlemeli. Belki biraz bu kadar adaylığın sebebini çözmek için, belki de bilinen bir senaryoya farklı bir açıdan bakmak için. Çünkü herkesin bu filmde bulabileceği hayaller, umutlar ve bazen de hayal kırıklıkları var. Ancak en ciddi insanı bile iki saatliğine yoğun yaşamından koparacak ve onu müziğe boğup başka bir diyara götürecek bir film La La Land. Bu yüzden filmden sonra aklınıza bir dans kursuna yazılma ya da şan dersi alma fikri gelirse sakın şaşırmayın.
Yorumlar